Cafer Kınık İle Söyleşi
Cafer Kınık’ın gözünden köyümüzün 1960 ve sonrasının panoroması. Ayrıca bildikleri, duydukları ışığında, köyümüzün tarihi ile ilgili yaptığımız söyleşi.
Cafer Emmi gerek köyde yaşamış olanlar olsun gerekse sen yaştaki köylülerimiz olsun seni yakinen tanır. Ama tanımayan gençlerimiz, köylülerimizde mutlaka vardır. Öncelikle kendini bize kısaca tanıtabilir misin ?
Kınıkoğlu ismi nereden geliyor bu konuda herhangi bir bilgin var mı ?
Kınıkoğlu Orta Asyadan gelme bir boy. Üçok boylarındandır (Kınık Boyu). Bizimde oradan geldiğimiz söylenir. Soyadı kanunu çıktığında, kökenimizi belirtmesi amacıyla, Kınık soyadı seçilmiştir.
1951 senesinde doğdun. Köyden uzun süreli ayrıldığın oldu mu Cafer Emmi ?
Hemen hemen hayatımın tamamı köyümüzde geçti diyebilirim. Bir süre yurtdışında işçi olarak çalıştım (Arabistan’da). Bunun haricinde belli sürelerde İstanbul da yaşadım. Zamanla çocuklar büyüdü. Bir kısmı hayatlarına farklı şehirlerde devam etmeye başladılar. Ara sıra onların yanına gider, birkaç hafta hem yaşadıkları şehri gezer hem de çocuklarla hasret giderme fırsatı bulurum. Ama daimi adresim Düzyayla köyüdür.
Düzyayla Köyü’nde günlerin nasıl geçiyor ?
Eskiden beri rençberlikle, hayvancılıkla ve buna benzer köy işleri ile uğraşıyorum. Eskiden yani gençlik yıllarımızda köy işleri, tarım olsun hayvancılık olsun, tek geçim kaynağımızdı. Şimdiki gibi köyde yaşayan herkesin İstanbul’da ya da Sivas’ta bir evi yoktu. O yüzden geçimin büyük bir bölümü toprağa bağlıydı. O zamanlar çalışma koşulları, çiftçilik-hayvancılık teknikleri, şimdikine göre çok zordu. Şimdi teknoloji ilerledi. Hemen hemen her işi makineler yapıyor. Şu an köyde yaşayan ben emsal birçok kişi köy işlerini geçim için değil, alışkanlıktan ya da uğraş olsun diye yapıyor.
Eskiden çalışma koşulları daha zordu diyorsun. Neden zordu ?
Az öncede söylediğim gibi teknoloji günümüzdeki noktada değildi. Tarım ve hayvancılıkta yoğun insan emeğine ihtiyaç vardı. İşlerin yetişmesi için gün ışımadan kalkar, akşam geç saatlere kadar çalışırdık. Çalıştığımız işlerin neredeyse hepsi beden gücü gerektiren işlerdi.
O günleri yaşayan biri olarak o yıllarda köyde tarım ve hayvancılık nasıl yapılırdı ?
Daha önceden çit (saban) dediğimiz tarım aletine öküz ya da at koşulurdu. Çiftçilik yapan herkesin kapısında bir çift öküzü, eşeği, atı vardı. Tarlaları çitle herk eder, ekim zamanı geldiğinde belimize buğday önlüğünü bağlayıp el ile tarlaları eker, hasat vakti gelince de ekinleri biçerdik. Bunlar zahmetli işlerdi. Tarlayı biçmek için önceleri orak kullanılırdı. Daha sonra orağın yerini tırpan aldı.
Cafer Emmi bilmeyenler için tırpanla orak arasındaki farkı anlatabilir misin ?
Orak çok kısa saplı, yarım kare şeklinde, ucu hafif içe eğik, hem biçmede hem de toplamada kullanılan bir alettir. Genelde kadınlar kullanır. Tırpan ise orağa göre çok daha uzun saplı, ucu orak gibi hafif içe eğik ama oraktan çok keskin bir biçme aletidir. Sadece biçme işinde kullanılır. Aralarındaki farkı anlatmak için şöyle bir örnek vereyim: Orakla üç kişinin bir günde biçtiği ekini, tırpanla bir kişi bir günde biçer. Yani tırpan biçme işinde verimliliği orağa göre kat kat arttırır.
Bilgilendirmen ve anlaşılır açıklaman için teşekkür ederim Cafer Emmi. En son gençlik yıllarındaki çiftçilik ve hayvancılıktan bahsediyordun.
Evet. Az öncede söylediğim gibi orağın yerini tırpan aldı. Tabiki orak tamamen kalkmadı, orakla biçenlerde vardı. Her neyse, tırpan veya orakla biçilen ekini, öküz ya da at arabalarıyla harmana getirir, daha sonra getirdiğimiz bu ekini duğen dediğimiz araçla duğenlerdik. Duğenlememizdeki amaç buğdanın saptan ayrılmasını sağlamaktı. Duğen işi bittikten sonra rüzgarlı bir günde bu ekini savurarak, buğday tanelerini samandan tamamen ayırırdık. İlerleyen yıllarda savurma makineleri çıktı. Bunlar savurma işini kolaylaştırıyordu. Bu makine patozun babası olarakta görülebilir. Savurma işinden sonra buğdayı çuvallayıp içeri alırdık. O yıllarda Buğda para yerine geçen bir değişim aracıydı. Başka bir deyişle evde buğda olması, cebinde para olması anlamına geliyordu. Buğdayı aldıktan sonra birde samanı içeri atmak vardı. Bunun içinde el örmesi çit çetenleri ile samanı içeri taşırdık. Daha sonra evin ihtiyacını karşılayacak kadar buğdayı değirmene götürür, öğütür, un yapardık. İhtiyaca göre de hedik kaynatır, buğdayı bacada kurutur, setende döver, bulgur yapardık. Bulgur işi de epey zahmetli bir işti.
Un öğütmek için Çörme tarafındaki değirmene mi gidiyordunuz ?
Senin söylediğin yer Değirmenin Önü diye bilinen bölgedeki Çoban Değirmeni. Eskiden köyde iki değirmen vardı: Birisi Sevserigil diye bilinen sülalenin evinin ordaki değirmen, diğeri de Kilise Altı diye adlandırılan değirmendi. İkinci söylediğim değirmene Kilise Altı demelerinin sebebi o değirmenin kilisenin alt yanında olmasından kaynaklanıyordu.
O dönem ki değirmenciler kimlerdi ?
Değirmenci Ardavas vardı iri yapılı bir Ermeniydi. Daha sonra Ardavas köydeki yerlerini satıp İstanbul’a gitti. Bunun yanı sıra Hasan Delice (Yöreci) Şaban Çavuş (Ercan) benim bildiğim, hatırladığım eski değirmencilerdendi. Ayrıca Hüseyin Şahin’ in bulgur değirmeni vardı. Bulgur çektirmek içinde onun değirmenine giderdik. Senin söylediğin çoban değirmenini en son, düzenli olarak, Şöhrettin Şeker çevirirdi.
En eski değirmenler yukarda söylediğin iki değirmen mi ?
Benim bildiklerim onlar. Çok eskilerden Güngörmez’de, Kaleli’de değirmen yerleri olduğu söylenir. Hatta Kaleli’deki değirmenin adına “dağarcuk” değirmeni denilirmiş. “Doğrudur, gördüm” diyemem. Çünkü bu anlatılan zamanlar benim zamanımdan belki 50, belki 100 belki de 200 sene öncesine aittir. Tam olarak bilemiyorum.
Hazır köyün değirmenci esnaflarından bahsetmişken diğer esnaflardan da, bildiğin ölçüde, bahsedebilir miyiz ?
Esnaflardan Ahmet Şeker vardı. Köyümüzün en eski bakkallarındandır. Daha sonraki dönemde Kavaklıgil’in Reşit vardı. 1960’lı yıllardan 1977 senesine vefat edene kadar bakkal işletti. Hatırladığım kadarıyla 1977 senesinin temmuz ayında vefat etti. O zamanlar bu işletmelere “Köy bakkalı” ya da “tükancı” denirdi. Yağ, şeker, incir, sucuk, çay vb. gibi köylünün ihtiyaç duyduğu malları satardı. Buğdayla ya da parayla alışveriş yapılırdı. Örneğin yarım urupla buğdayla bir mucur kuru üzüm satın alırdın. Kavaklıgil’in Reşit’ten sonra Selam Şahin bakkal işletti. Selam Şahin’in torunu Sadet Şahin günümüzdeki köy bakkalını işletmektedir.
Demir ustaları İzzet ve Hasan sönmez vardı. Dükkanları kayanın altındaydı. İzzet ustalar köye 1940’lı yıllarda Zara’dan gelmişler. Köyün tüm demir işlerini onlar yapardı. Çit demiri, kazma, balta, nacak, cemek, kerinti… O yıllarda aklınıza demir adına gelen ne varsa hepsini yaparlardı. Ustalıkları çok iyiydi. İzzet usta 1990’lı yıllarda vefat etti. O tarihe kadar da çalışmaya devam etmiştir. Yaptıkları aletler, günümüzde bile ilk günkü gibi sapasağlam durmaya ve kullanılmaya devam etmektedir.
Marangoz olarak kimler vardı ?
Marangoz olarak eskilerden Yusuf Ecevit, Şevki Doruk, Hasan Ecevit’i sayabilirim. Bu saydığım ustalar odaların donaklarını yapıyorlardı. Hepside ağaç işlerinde civarın en iyi ustalarıydı.Ayrıca marangoz olarak Saleh Efendi Hoca (Salih Ergin) vardı. Saleh Efendi ile ilgili hatırladığım şöyle bir olay var. Hafik’ten askeriyenin bir silahını, dipçiğini onarması için, Saleh Efendi’ye getirmişler. Saleh Efendi dipçiği onarıp geri göndermiş, dipçiği gönderen komutan silahların içinde hangisinin tamirat gördüğünü anlayamamış. Yani Saleh Efendi neredeyse bire bir aynısını yapmış. Bu saydığım marangozlardan sonraki dönemlerde, oda donaklarını Hüseyin Kaya yapıyordu. Hem marangozlukta hem duvar işçiliğinde, o da civarın en iyi ustalarından birisidir. Ağaca veremeyeceği şekil yoktu desek abartı olmaz. Duvar ustası demişken rahmetli Hüseyin Kulaksız (Ücük) vardı. Köyde usta olarak elinin değmediği, emeğinin geçmediği bina neredeyse yoktur. 1951 senesinde şu an bizim oturduğumuz evlerin duvarlarını o örmüş, aynı şekilde sizin evin duvarlarını da Hüseyin Kaya ile beraber o örmüştür. Köyde ördüğü duvarları uç uca eklesek, Hafik’e kadar bir duvar yolu olur. Ustalığının yanı sıra çokta güçlü bir adamdır. Öküzlerin bataktan çıkaramadığı yüklü arabayı, arkadan kucaklayıp çekip çıkardığı gerçek bir olaydır.
Esnaf olarak sayabileceğin başkaları var mı ?
Esnaf olarak başka sayabileceğim nalbantlar ve sıvacılar vardı. Muharrem Şahin, Mustafa Karataş (Zolik), Vahip Ercan düşük bir ücret karşılığı, örneğin bir urupla buğday karşılığı bir yıl, bir evin öküzlerini nallarlardı. Bazen de hatıra gönüle bu işi yaparlardı. Osman Doruk, Nüşürün Kemal (Akkaya), Ermeni Haçik ise at nallardı. Onlarda at nalbantıydı. Yine aynı şekilde küçük bir ücret ya da hatır gönül ilişkisi içerisinde çalışırlardı. Binaların sıva işlerini Mustafa Delice, Mehmet Karataş, Abu Bekir Börklü yapardı. Bu kişilerin özelliği mıhlama sıva denilen (beton sıvayı andıran, tatlı kireçle yapılan) özel bir sıvalama tekniği kullanmalarıydı. Bu saydığım esnafların dışında tabi ki unuttuklarım, şu an hatrıma gelmeyenler vardır. Sadece az önce saydıklarım değil köyde sanatçı ve zanaatkar birçok kişi vardı. İsmini unuttuklarımdan, adı aklıma gelmeyenlerden özür diliyorum, kusura bakmasınlar.
Kendi adıma bilmediğim epey esnafımız varmış Cafer Emmi.
Bunlar benim aklıma ilk gelenler. Şu an hatırlayamadığım ve bilmediğim kişiler, bu saydıklarımdan daha çoktur. Mesela çok iyi çobanlık yapan büyüklerimizde vardı. Onların yaptığı iş bana göre ayrı bir esnaflıktır ve yetenek isteyen bir iştir. Günümüzde çoban kelimesini insanları aşağılamak ya da küçük görmek anlamıyla kullananlarda var. Çobanlık küçümsenecek bir iş değildir ve herkes çobanlık yapamaz. Çoban olmak, önüne hayvanları katıp o dere senin, bu tepe benim gezmek demek değildir. Hangi yerin otu hayvana daha faydalıdır ? En yakındaki su kaynağı nerededir ? En kestirme yollar, geçitler hangileridir ? Hayvan dağda hastalandığında, bızaladığında ya da kuzuladığında ne yapmak gerekir ? Bir çobanın Bunları bilmesi gerekir. Kısacası yaşadığın bölgenin coğrafyasını çok iyi bileceksin ve temel veterinerlik bilgilerin olacak. Ayrıyetten mal ya da davar mundar olacak durumdaysa, o hayvanı mundar etmeden kesmelisin. Bunun içinde az biraz kasaplık bilgisi gerekiyor. Son olarak hayvanları kurda kuşa yem etmeyeceksin. Yani hayvanları otlatmak için” saldım çayıra, mevlam kayıra” diyip, gölgeye geçip yatmak yok. Sürüye göz kulak olacak, koruyacaksın. Kısacası sanıldığı gibi basit ve kolay bir iş değil çobanlık.
Bu anlattıkların eşliğinde köyümüzün o dönemki çobanları kimlerdi Cafer emmi ?
İstersen çobanlarımızı söylemeden önce, sana o dönemki hayvancılık sisteminden biraz bahsedeyim.
Tabiki, dinliyorum
Hayvancılık o dönemlerde çok önemliydi. Her yıl üç yayla sürüsü ikide köy perneği olurdu. Davar sürülerinde en az 500 koyun, sığır sürüsünde 500 e yakın büyükbaş hayvan , her sürünün de en az iki çobanı olurdu. Dana, eşek, koç, teke ayrı güdülürdü. Bunları da dana çobanı güderdi. Bu sürüde 200-300 civarı hayvan olurdu. Ayrıca at ve kömüş de ayrı güdülürdü. Çobanlar hayvan sahibinden, hayvan başına yarım urupla buğda, yarım urupla arpa alırdı. Buna hak ya da çoban hakkı denirdi. Ayrıca keşikle güdülen parça mallarda vardı. İki Çoban Nisanın 5’i gibi sürüyü çıkarır, 6-7 ay yayardı. Ekimin 15’i ya da kasım başında çobanlık işi biterdi. Hayvanlar kışı geçirmek için ahırlara alınırdı.
O zaman hepsini ayrı ayrı sormalıyız. Senin bildiğin eski koyun çobanları kimlerdi
Aklıma gelen eski ve iyi koyun çobanları, Recep Çavuş (Karataş), İbrahim Şeker, Reşit Şahin ve Abdi Gümüş vardı. Bunların yanı sıra Osman Ercan, Şevket Şahin, Hüseyin Ecevit, Emin Özmen, Yusuf Delice, Mustafa Bayrak (Paşa Emmi) aklıma gelen iyi koyun çobanlarındandır. Ayrıca bu koyun çobanlarından güzel çoban kavalı çalanlarda vardı. Osman Ercan kaval, Reşit Şahin tulum ve kaval çalardı.
Sığır Çobanları kimlerdi
Sığır çobanlarında Şaban fındıklı (Dahdahlı), Hacı Mustafa Ercan, Suzi Ercan’ı sayabilirim. Rahmetli Suzi Ercan’ı anmışken onun çobanlık yaptığı 1979-80’li yıllarda, Uzun Geriş’in orda aniden değişen hava durumu sonucu, benim hatırladığım, köydeki en büyük hayvan telefi yaşanmıştı. Malları cingorosun içinde dolu vurmuş, mallar birbirlerini çiğnemiş, çok sayıda hayvan telef olmuştu.
Dana çobanları kimlerdi ?
Feyzullah Uzun (Güla), Mustafa Delice, Şevket Şahin, Mustafa Şahin aklıma gelenler bunlar.
At ve kömüş çobanı kimler vardı ?
Aklıma gelen Süleyman Dede (Fındıklı) var. At ve kömüş çobanı ,yanılmıyorsam, diğer çobanlardan yarım urupla fazla hak alırdı.
At ve kömüş epey var mıydı ?
Diğer sürüler kadar olmasa da yine de vardı. Yılhı atı denilen 10-15 çift arap atı, 20-25 çift kömüş vardı.
Köyümüzün o yıllardaki çobanları bu kişilerdi yani
Daha öncede söylediğim gibi unuttuklarım mutlaka vardır. Bu saydığım kişiler aklıma ilk gelenler. Hayvanlarımızı bu kişilere emanet ederdik ve hepsi işlerini layıkıyla yapardı. Allah hepsinden razı olsun. Çobanlarımızdan bahsetmişken korucularımızı söylememek olmaz.
Korucular ne iş yapardı ?
Nasıl hayvanları çobanlara emanet ediyorsak tarlaları da koruculara emanet ederdik. Ekin içi olan tarafta mal, davar yayılmazdı; ama sürüden kaçan mal olurdu, parça malı olup ekin içi tarafına götüren olurdu ya da başka köyün sürüsü, bizim ekin içi diye tabir ettiğimiz yere gelir, tarladaki ekinleri yayılırdı. Bunun önüne geçmek için ekinler boy verdiğinde, iki kişi korucu olur, tarladaki ekinleri hayvanlardan korurdu. Ayrıca Yukarı ve Aşağı Ahbunluk’lardaki bostanların da korucusu olurdu. Burada tarlası olan kişilerden, tarlanın büyüklüğüne göre, hak alırdı bu korucular.
Ne kadar hak alırlardı ?
Bir ya da iki urupla buğda alırlardı. Buna da korucu hakkı denirdi.
Koruculardan kimler var senin hatırladığın ?
Dipi’nin Recep, İsmail Doruk, Yılmaz Sönmez, Hüseyin Ecevit (Mavuş) aklıma ilk gelenler. İsmail Doruk çok hızlı yürür, hiç kimse onun gibi yola hızlı gidemezdi. Bu saydığım kişiler ekin korucusuydu. Birde, yukarıda ve aşağıda birer kişi olmak üzere, Yukarı ve Aşağı Ahbunluk’ların korucuları vardı.
Yukarı ve Aşağı Ahbunluk’ların korucularını söylemeden önce Yukarı ve Aşağı Ahbunluk’lara ne ektiğinizi söyleyebilir misin ?
Evin ihtiyaçlarını karşılayacak kadar pattes, domates, salatalık, turşu pancarı, soğan, pürçekli vb. sebzeleri ekiyorduk.
Korucuları kimdi ?
Yukarı Ahbunluk’ların korucusu Musa Özcan ve İbrahim Delice vardı hatırladığım. Aşağı Ahbunluk’ların ise Fahrettin Ecevit.
Birazda o yıllarda köyümüzdeki eğitim, sağlık, ulaşım gibi diğer sosyal hizmetlerden bahsedebilir miyiz ? Eğitimden başlayacak olursak, köyümüzde eğitim, öğrenim senin gençlik yıllarında nasıldı ?
Şimdiki okulumuz 1980’li yıllarda yapılmıştır. Eski okulumuz da yeni okulumuzun civarındaydı. Öğretmen olarak eskilerden Hasan Güney vardı. Epey bir süre köyde kalmış, öğretmenlik yapmıştı. Daha sonra Ali Rıza Polat vardı.O da 10 yılı aşkın bir süre köyümüzde öğretmenlik yapmıştır. Aslında eğitim denince köyde akla gelen ilk isim, Hafız Kerim Kınıktır. Hafız Kerim Kınık’ın odasında dini eğitim verilir, gençlere kuranı kerim, siyer, tecvid öğretilirdi. Köyde ben yaşlardaki birçok kişi o yıllarda Hafız Hocanın talebesiydi.
Hafız Hocayı bilmeyen yoktur zaten onu anlatır mısın bize ?
Hafız Hoca, ilim yönünden köyümüzün gelmiş geçmiş en zengin adamıydı. Hafız Hoca’yı şimdi 10-15 dakika içinde anlatamam. Onun için seninle başka bir zaman ayrıca konuşalım. Hatta daha başka talebeleriyle de konuşun. Detaylı bir araştırma sonucu, Hafız Hoca ile ilgili ayrı bir yazı hazırlayın bence
Tamam Cafer Emmi. İlk fırsatta Hafız Hocayla ilgili bir yazı hazırlayacağız. Bununla ilgili çalışmalarımız olacak inşallah. Eğitim konusuna değinmişken sağlık sorunları için nereye giderdiniz ?
Hasta olan, hastası olan İsmail Şahin’ e (Kör Dede) giderdi. Bana göre, O da bir iki cümleyle anlatılacak birisi değil. Bizim köyden olduğu gibi çevre köylerden de hastalar gelir İsmail Şahin’de tedavi olurdu.
Ona niye kör dede diyorlardı ?
Çocukken Aşık Veysel gibi çiçekten gözlerini kaybetmiş, gözleri görmüyordu. O yüzden Kör İsmail ya da Kör Dede diyorlardı.
Kör dede para yada ona benzer bir karşılık alıyor muydu ?
Verirsen alıyordu, vermezsen almıyordu.
Tedavi yöntemleri, ilaçları hakkında bir bilgin var mı peki ?
Tedavi yöntemleri ilaçları hakkında doğrusu pek bir bilgim yok. Allah vergisi bir yeteneği vardı Bileğinden tutunca senin kim olduğunu bilir, hangi hastalığın var ? İlacın ne ? İlacını nerde bulursun ? hepsini sana söylerdi.
Bileğinden tutunca kim olduğunu nasıl biliyordu ?
Nasıl bildiğini bilmiyorum. Hatırladığım şöyle bir olay var. Köyde bir düğün vardı. Şakayı seven, kafa dengi birkaç kişi bir araya geldi, kardeşime kadın kıyafetleri giydirip kör dedenin yanına götürdüler. “Dede düğüne Hafik’ten misafirler geldi, gelin hastalandı. Bir bak neyi var ?” diye şaka yapmak için dedeyi çağırdılar. Kör dede ilk başta kabul etmedi. “Yarın sabah getirin” dedi. Şaka yapan grup “Dede, gelin çok rahatsız sabahaca sancı mı çeksin ? bir bak neyi var” diye ısrar ettiler. Dede kabul etti. “Getir kızım bileğini” diyip kardeşimin bileğini tuttu. Kardeşimin bileğini tuttuktan sonra, biraz durup “gedin başımdan kopekoğulları, ne gelini Tahtalı’nın Memmet bu” dedi ve gitti. Bileğinden tutup nasıl anladı, nasıl bildi bilemiyorum; ama hastalarının el bileğinden tutup hastalığının ne olduğunu, ilacını ve bu ilacı nerde bulacağını söylerdi. Bununla ilgili çocukluk yıllarımdan bir olay daha anlatacağım. Bir sabah uyandığımda sağ gözüm, neredeyse, kapanmıştı. Anam beni kör dedeye götürdü. Kör dede eliyle gözümü yokladı. Anama, “aslında bu soha bizim köyde olmaz, acaba bu çocuğu nerden gelipte sokmuş” dedi. O zaman soha dediği şey yılan mı, akrep mi yoksa köyde hiç olmayan bir şey miydi neydi ? Söylememişti. Sonra başımı bacaklarının arasına aldı ve iki eliyle o şişi sağdan soldan sıkıp, benim bağırtılarıma aldırmadan, içindeki pis suyu tamamen akıttı. Daha sonra anneme yarım soğan, üç zeytin ve birkaç şeyle daha bir karışım hazırlayıp, şişliğin olduğu yere sürmesini söyledi. Annem dediklerini yaptı. O günün akşamına gözümdeki şiş inmişti.
İlginçmiş. Kör Dedenin herhangi bir eğitimi ya da işi öğrendiği bir ustası var mıydı ?
Ustası da Eğitimi de yoktu. Hatta eğitimi olmadığı için şikayet edenler olmuştu. İzinsiz, diplomasız doktorluk yapıyor diye mahkemeye çağırmışlar. Mahkemede hakim sormuş: “İzinsiz doktorluk yapıyormuşsun, doğrumu baba” diye. “Doğru” demiş, Kör Dede.“Para alıyor musun ?” diye sormuş hakim. Dede “Verenden alıyorum” demiş. Bu kısmı tam olarak bilmiyorum; ama ya hakimin kendisi ya da eşi hastaymış. Hakim Kör Dede’ye kendisini ya da eşini muayene ettirip muayene sonrası hastalığı sormuş, Kör Dede daha önce doktorun hakime söylediklerini aynen söylemiş ve bu hastalığın ilacı şu diye ilacını da eklemiş. Hakim “Tamam baba git işine bak sen. Seni şikayet eden olursa eğer, bana gel” diyip Kör Dede’yi köye geri göndermiş. Bizim bilmediğimiz onunda bir başkasından öğrenmediği bir bilgiydi bu. Nasıl anlıyordu, nasıl biliyordu ? Bilemiyorum.
Bu saydıklarının dışında benzer işler yapan kişiler var mıydı ? Yani köylünün geneline hizmet veren başka kişilerde var mı aklına gelen ?
Cami hocaları vardı. Aklıma ilk gelen Celil Hoca (Karataş) 25-30 yıl imamlık yapmıştı. Celil Hoca’nın sesi güzeldi ve çok bilgili bir adamdı. Ayrıca köyümüzün dışında imamlık yapan başka hocalarımızda vardı. Hoca Emmi (Nurettin Ergin) Kul Yusuf’da, Kadı Mahmut Hoca (Ercan) Torosu’da, Hacı Ahmet Hoca’da Çekürt ve Kızıl Kavraz’da imamlık yapmışlardı. Bunların dışında tüm köylüye hizmet veren Hacı Yusuf Ercan vardı. Hayvan sağlığından ve kırık çıkıktan çok iyi anlardı. Hayvanların, insanların kırık ve çıkıklarını tedavi ederdi. Hayvanı karşıdan gördüğünde, bizim göremediğimiz kusurlarını, hastalıklarını görür; söylerdi. Recep Çavuş (Karataş) köyün meteoroloji uzmanıydı. Havaya baktığında, hangi gün kar yağacak, hangi gün yağmur yağacak anlardı. Hatta bir seferinde Mustafa Ercan (Misto) Kızıl Dere Ağzı’nda sergu sermiş. Havada çok az bir bulut varmış. Recep Çavuş davarla yanlarından geçerken, “Misto şu gördüğün bulut dolu getiriyor. Serguyü, çoluğu çocuğu topla hemen eve git demiş”. Mustafa Ercan “Recep Çavuş söylüyorsa doğrudur” diyip serguyü, çocukları toplayıp köyün yolunu tutmuş. Tam gözün başına gelmiş, kuvvetli bir dolu yağmaya başlamış. Mustafa Ercan eve zor düşmüş.
Cafer Emmi ulaşımdan da biraz bahsedebilir miyiz ? Örneğin ilçeye nasıl giderdiniz ?
İlçeye yürüyerek ya da eşeklerle Geben’den giderdik. 1980’li yıllarda aşağıdaki yeni yol yapıldı. Bu tarihten sonra bu yolu kullanmaya başladık.
Taksiler ve minibüsler hangi yıllarda kullanılmaya başlandı ?
1980’li yıllarda öğretmenlerin taksisi vardı. Hasan öğretmen ve Bahattin öğretmen bu yıllarda hastası olanın hastasını, ya da acil işi olanı ilçeye götürürdü. Minibüs 1985-86’lı yıllarda kullanılmaya başlandı. İlk minibüsü Ömerosmangil’in Mahmut Zeyrek aldı. Daha sonra Turan Ercan minibüs aldı ve uzun yıllar Düzyayla-Hafik arasında, sayısız kez, gidip geldi
Köyün en yetkilisi muhtarları sormayı unuttuk Cafer Emmi. Senin çocukluğundan günümüze kadar gelen sürede kimler muhtarlık yaptı ?
Benim bildiklerim ve gördüklerim, sondan geriye doğru gidersek: Kani Şeker, Mustafa Şahin, Bahattin Uzun, Abim Recep Kınık, Ali Babatutmaz, Abbas Ercan, Abu Bekir börklü, Musa Şeker, Celil Karataş ve Hüseyin yamak’tı. İçlerinde en uzun süre görev yapan Hüseyin yamaktır. 6 Dönem neredeyse 25-30 yıl muhtarlık yaptı. Bu saydığım muhtarlardan başka eskilerden Hurşit Kavak ve İsmail Şeker var. Muhtarla birlikte köy bekçisi de köy için önemli ve gerekli bir kişiydi
Köy Bekçisinin görevi neydi ?
Köyle ilgili duyuruları yapardı. Camimiz inşa edildikten sonra, camiden önemli anonsları yapardı. Düğün, nişan, kına gecesi vb özel günlerde bekçi emmi, kapı kapı tüm köyü gezer, herkesi düğüne ya da o günkü yemek, eğlence neyse ona davet ederdi. Ramazan günlerinde, halkı sahura kaldırmak için, ramazan davulu çalardı. Ayrıca tüm köyü ilgilendiren işler için (hendek temizleme, su yolu açma, köy binası yapma) köylülere durumu anlatır, imkanı olanların gelip çalışmalara katılmalarını rica ederdi.
Bekçi’nin bu işlerden kazancı ne olurdu peki ?
Bekçi Emmi hane başı bir urupla buğda alırdı. Buna bekçi hakkı denirdi. Olup olanca kazancı bu yani.
Köy bekçisi olarak kimler vardı ?
Köy bekçisi denildiğinde akla gelen ilk isim İbrahim Babatutmaz’dır. Bekçi Emmi ismi onunla o kadar özdeşleşmişti ki herkes ona, “Bekçi Emmi” diye hitap ederdi. Hüseyin yamak’ın muhtarlığından itibaren çok uzun yıllar köy bekçiliğini İbrahim Babatutmaz yaptı. Onun haricinde bir dönem Kamil Gümüş, bir dönemde Hasan Delice bekçilik yaptı.
Bekçinin köy ve civarının güvenliğini sağlamak gibi bir sorumluluğu yoktu değil mi ?
Öyle bir görevi yoktu.
Buraya kadar anlattıkların ve hoş sohbetin için teşekkür ederiz Cafer emmi. Birazda Köyümüzün Tarihi binalarından bahsedebilir miyiz ?
Tarihi bina olarak kiliseyi söyleyebiliriz. Kaç yıllık bir yapı olduğunu tam olarak bilmiyorum; ama en az 850-1000 veya daha fazla yıllık bir bina. Ermeni kilisesi olarak bilinir. Ne zaman yapıldığı taşlarında yazıyordur. Fakat köyümüzde o alfabeyi ve dili bilen kimse yok. Kilise şu an çok bakımsız bir durumda, bazı taşları zamanla yerinden sökülmüş. Aslında bir restorasyona tabi tutulsa ve uzmanlar tarafından incelense, köyümüzün tarihi hakkında daha çok bilgiye sahip olabiliriz. Kiliseyle birlikte seten taşlarını söyleyebilirim. Seten taşları tarihi bir bina değil; ama en az kilise kadar eski taşlar.
Yeri gelmişken seteni de bize kısaca anlatabilir misin ? Ne işe yarar, nasıl çalışır ?
Seten: Seten çanağı, seten taşı ve seten demirinden oluşan, bulgurluk ve yarmalık buğdanın, kepeğini ayırmak için kullanılan bir alettir. Seten taşını çevirmek için at ya da traktör koşulur. At ya da traktör bir çember içinde buğdanın kepeği ayrılana kadar döner. Eskiden hayvan gücüyle yani at vb hayvanlarla çalıştırılırdı. Daha sonraları traktörün gelmesiyle seteni traktörler çevirmeye başladı. Günümüzde elektrikle çalışan setenler de var.
Anlatımın için teşekkür ederiz Cafer Emmi. Okulu, fırınları ve camiyi tarihi binalar içerisinde sayabilir miyiz ?
Bu günkü köy okulu 1980’li yıllarda yapıldı. İlk fırın Edip gümüş’ün evinin yanında yer alan fırındır. O fırının, fırın kısmını Muharrem Şahin örmüştü. Aşağı Mahalle Kilisealtı’ndaki fırın ise 2000’li yıllarda inşa edildi. Camimiz ise 1964 senesinde yapıldı. Yani pek bir tarihi geçmişleri yok; ama bu binalar köyümüzdeki önemli binalardandır. Bu önemli binaların yanı sıra önemli çeşmelerimiz de vardır.
Daha önceleri adı Düzyayla Köyü Cami olan camimizin ismi, köyümüzde imamlık yapan Hüseyin Kuzu (1990’lı yılların sonu 2000’li yılların başı) tarafından Hafız Abdül Kerim Kınık Cami olarak değiştirilmiştir.
Hangileri bu önemli çeşmeler ?
Kilisealtı çesmesi, Cami Pınarı, Şeherligilin Pınar, Yukarı Mahalle Pınarı, Yokuş Başı Çesmesi , Kızlar Pınarı sayabileceğimiz önemli köy çeşmelerindendir. Ayrıca bazıları tarihi de sayılabilir. Mesela Çörme’deki su çanağı çok eskidir; ama günümüzde maalesef bu çanak kırılmıştır. Çörme’deki bu suyun, deri hastalıklarına çok iyi geldiği söylenir. Eskiden uyuz olan oğlakları, itleri bu suya sokup çıkarırdık. Hayvanın uyuzu bir hafta içinde geçer, hayvan pırıl pırıl olurdu. Sanırım bu Çörme’deki suyun kükürtlü olmasından kaynaklanıyordu.
Uzun yıllardır sayısız insanın su içtiği Yukarı Mahalle Pınarı, köyümüzün önemli çeşmelerindendir.
Çeşmelerden ve köy binalarından bahsetmişken mezarlıklarımızı da biraz anlatabilir misin ?
Asıl evimiz orası. Her canlı gibi, bir gün bizde ölümü tadacağız. Allah hepimize her şeyi hayırlısını versin inşallah. Köyümüzde iki tane mezarlık var: Birisi okulun yanındaki Göz Başı Mezarlığı, diğeride Elmalı Mezarlığı. Okulun yanındaki mezarlıkta, müslümanlar ve gayri müslimler birlikte yatmaktadır. Buradaki mezarların birçoğu çok eski mezarlardır. Bazı mezar taşlarında, bizim bildiğimiz alfabelerden başka alfabelerle yazılmış yazılar vardır. Aslında bu taşlarında incelenip araştırılması, taşlardaki yazıların dilimize çevrilmesi, köyümüzün tarihine ışık tutmakta faydalı olacaktır. Bu mezarlığa artık defin işlemi yapılmamaktadır. Köyümüzün günümüzdeki mezarlığı Elmalıdır. Tahmini olarak söylüyorum, 1930’lu yıllardan sonra kullanılmaya başlanmıştır.
Mezar taşı olan bildiğin tarihi bir mezar var mı ?
Bu şekilde çok eski bir mezar bilmiyorum. Yalnız bildiğim şu var: Eskiden herk ederken çite bazen küpler takılırmış, bu küplerin içerisinden küle benzer şeyler çıkarmış. Tahminimce bu küller, yakılıp bu şekilde defnedilmiş insanlara ait küllerdi. Bir defasında da turşu küpü büyüklüğünde bir küpün içinden insan iskeleti çıktığını duymuştum. Bu bir mumyalama tekniğimi yoksa başka bir şey mi bilmiyorum. Tabi bunun ne kadar doğru olduğunu da bilmiyorum. Bu anlattıklarım 40-50 sene öncesine ait olaylar. Günümüzde benzer durumlarla karşılaşacak olsak; bu bulguların yetkili uzmanlar eşliğinde araştırılması için, gerekli kurumları haberdar ederiz. Çünkü bu köy bizim köyümüz ve bulunacak her yeni bilgi, her yeni bulgu bizim kültür mirasımıza eklenecektir. O yıllarda maalesef bu bilinç oluşmamıştı. Birçok şeyi sıradan sayıp yok ediyor, ya da kaldırıp atıyorduk. Bunları böyle anlatıyorum sende internete yazacaksın herkes okuyacak, belki yabancı kişilerin aklına “define var orda” düşüncesi gelecek. Bence hiç gelmesin. Sonuçta yaşadığımız yer köy yeri ve bizden öncekilerde köylüydü. Gariban köylünün neyi olur ki dağa bayıra gömüp saklasın ? Bu anlattıklarımı define işareti olarak algılayıp, günümüzde ya da gelecekte, define bulmak umuduyla bu mezarlara ve tarihi yapılarımıza zarar verenler umarım olmaz. İzinsiz kazı yapıp define bulma umudunda olan yabancılar için şu yararlı bilgiyi veriyim. Gerek muhtarımız olsun gerekse köylülerimiz olsun, bu konuda çok hassas davranırlar. Yani izinsiz kazı yapan yabancıları hemen jandarmaya bildiriler. Ayrıca şu da var, gece vakti millet karanlıktakini seçemez. Adam mı ? Ayı mı? Kurt mu ? Kuş mu ? Ayırt edemez. Yabani hayvan sanıp tüfekle ateş etse, define ararken defin olur, geçer gidersin
Haklısın Cafer emmi, bu da işin farklı bir boyutu. Konumuza geri dönecek olursak aklına gelen başka tarihi binalar var mı ?
Vahit Yamaktan kalma tarihi binalar var. Bu binalar şu an Neşet Yamak’ın evi. Bunun yanı sıra tarihi olarak sayılabilecek köy odaları var.
Bu köy odalarından da bildiğin ölçüde bahsedebilir miyiz ?
Halil Ağagilin oda 150-200 yıllık bir köy odasıydı. Ayrıca Seyit Kahya’nın odası, Yörecilerin odası Kipritçilerin odası 100-150 yıllık köy odalarıydı. Bu eski odaların benzeri olarakta Recep Ercan’ın, Halit Şeker’in Muharrem Şahin’in odalarını sayabiliriz. Son saydığım odalar diğerlerine göre daha yakın bir tarihte inşa edilmiştir.
Ne yapılırdı bu köy odalarında ?
Eskilerden kahvehane olmadığı için millet bu odalarda toplanır; yerine göre sohbet muhabbet edilir, yerine göre oyun oynanır, yerine göre de kitap okunurdu.
Oyun oynanan odalarda ne tür oyunlar oynanırdı ?
Bazı odalar şimdiki kahvehanelerin görevini yapardı. Kahvelerde oynanılan masa oyunları oynanırdı. Bazı kişiler üzüm, incir gibi küçük şeylere iddalaşıp kağıt vb oyunları oynarlardı. Eğlence amaçlı yüzük saklama oyunu oynanırdı.
Kitap okunan odalarda ne tür kitaplar okunurdu ?
Kuran-ı Kerim, Siyer-i Nebi gibi dini içerikli kitaplar ya da Battal Gazi gibi cenk kitapları okunurdu. Bu kitapların bitiminde odaya gelen herkes evden yemek getirir, getirilen bu yemeklerle odadakilere ziyafet çekilirdi. Bu yemeğe, “Can Yemeği” ya da “Kitap Canı” denirdi.
Gençler o yıllarda nasıl eğlenirdi ?
Bu odaların dışında, bacalar ve harmanlarda, gençler arasında oynanan oyunlar vardı. Onlarda kendi aralarında bu oyunlarla eğlenirlerdi.
Ne gibi oyunlar oynarlardı ?
Kırna , Aksamaç, Eneke, Çelik gibi oyunlar oynanırdı.
Bu oyunlar nasıl oynanırdı, bizlere anlatır mısın ?
Anlatırım tabiki. Kırnadan anlatmaya başlayayım. Üç çeşit Kırna oyunu var: Biri Yazı Kırnası biri Cızı Kırnası biri de Ataş Kırnası. Kırna oyununda iki takım vardır. Bir takım ebe olur, diğer takım kaçar. Ebe olan takım ya bir baca taşını ya da puhariği, “Kırna” olarak seçer. Ebe olan takım kaçan takımı kovalamaya başlar. Kaçan takımın oyuncularına eliyle dokunduğunda onun canını alır, yani o oyuncu oyun dışında kalır. Kaçan oyuncu eğer kovalayan oyuncunun arkasından geçer, kırna ile onun bağlantısını keserse bu sefer kovalayan oyuncu oyun dışında kalır. Bir takımın tüm oyuncularının canı bitene kadar oyun devam eder. En son hangi takımın oyuncusu kalmışsa, o takım oyunu kazanır. Ayrıca kaçan takımın bir oyuncusu, kırna olarak seçilen şeye dokunup kırrr diyip kırnayı kaparsa, o takım oyunu kazanmış sayılır. Yazı kırnasında alan sınırlaması yoktur istediğin kadar uzağa kaçabilirsin. Bir seferinde Mehmet Karataş kırna oynarken kaçmış, gece dağda yatıp sabah gelip kırna olarak belirlenen baca loğuna kırrr diye dokunarak kırnayı kapmıştır. O zaman ki gençler için çok güzel ve eğlenceli bir oyundu kırna. Kırnayı kapmak içi bir hafta dağda yatanlar olurdu. Cızı Kırnası’nın kuralları Yazı Kırnası ile aynıdır. Aralarındaki tek fark, Cızı Kırnası belli bir alan içerisinde oynanır. Ataş Kırnası ise Mendil Kapmaca oyununa benzer. Ortada bir değnek ya da ona benzer bir şey dikilir, ucuna mendil, fes, şapka gibi bir işaret konulur, takımlar karşılıklı sıraya geçer. Her takımdan sırayla birer kişi koşar, değnekten işareti alıp kendi tarafına geçmeye çalışırlar. İşareti alamayan kişi, elinde işaret olan kişiye kendi alanına geçmeden dokunamazsa canı gider ve oyun dışı olur. Dokunursa diğerinin canı gider. Bir takımdaki tüm oyuncuların canı bitene kadar oyun devam eder.
Aksamaç Nasıl bir Oyundu ?
Aksamaç tek ayak üzerinde oynanan bir oyundur ve belli bir alan içerisinde oynanır. İki türü var aksamaçın: Birisi grup halinde yani takımlara ayrılıp oynanır, diğeri de bir kişi ebe olur diğer oyuncular ebeden kaçar. Ebe olan takım ya da kişi, tek ayağının üzerinde zıplayarak diğerlerine dokunmaya çalışır, dokunursa eğer dokunduğu kişi yanar. Ebe eğer iki ayağının üstüne basar ya da ebeden kaçanlar ebeyi itip düşürürse ebe oyuna tekrardan başlar.
Eneke Nasıl bir oyundu ?
Eneke diye büyük baş hayvanların aşık kemiğine denirdi. Bu aşık kemiklerini “kıtır” denilen küçük baş hayvanın aşık kemiğine “haydi enekem kıtıra” diyip, belli bir uzaklıktan atılırdı. Aşığı ilk bulunduğu yerden üç ayak dışarı çıkaran kazanmış sayılırdı ve kaybedenden bir mal alırdı. Mal dediğimiz şey ilikti (düğme). Eğer kaybetmişsek ve iliğimiz yoksa kolumuzdan, yakamızdan artık neremizde ilik varsa oradan iliği kopartıp kazanana verirdik.
Çelik oyunu nasıl oynanıyordı ?
Çelik oyununun da birkaç çeşidi vardı. Çoban çeliğinden başlayıp anlatayım ben sana. Çoban çeliği denilen çelikte taş yoktu. Çelik, deynekle atılıp yere düşmeden çelinirdi. Bundan başka dikme çeliği vardı. Deynek yere dikilir, çelik deyneğin ucuna çamurla tutturulur, daha sonra başka bir değnekle, dikili değneğin ucundaki çeliğe, tüm güç ile vurulurdu. Dikme çeliğinde çeliği epey uzağa gönderenler olurdu. Çelik yere düşmeden, çeliğe havada değnekle vurduğunda ya da çeliği havada tuttuğunda çelen kişi yanardı. Birde “Dırıh” denilen bir çelik oyunu vardı. Çelik iki taşın arasına konulur deynekle havaya atılıp çelinirdi. İki takım olur, bir takım çeler diğer takımda karşıya geçer, çeliği havada yakalamaya; eğer çelik yere çarpmışsa hareket halindeyken ya değnekle ya da deyneği bırakıp ayakla, çeliğe dokunulurdu. Çeliği havada yakaladığında takımlar yer değiştirirdi. Çelik yere değmiş, hareket halindeyken birisi çeliğe dokunmuşsa, çeliği çelenin bir canı giderdi. Kimse çeliğe dokunamamış, çelik durmuşsa çeliği çelen elindeki deyneği iki taşın arasına bırakır, karşıdaki takımdan birisi çeliği alıp çeliğin durduğu yerden çelindiği yere atar. İki taştan birisine ya da taşların arasındaki deyneğe vurmaya çalışırdı. Vurursa eğer çeliği çelenin bir canı gider. Vuramazsa çeliği çelen kişi deynekle çeliği sektirir kaç tane sektirirse bir fazlası kadar çelme hakkı kazanır. Bu oyunları bu şekilde anlatmak belki sıkıcı gelebilir; ama oynama fırsatı olsa hepsi çok zevkli oyunlardır.
Futbol Hangi yıllarda oynanmaya başladı ?
1970’li yılların sonuna doğru başladı. 1980’li yılların sonu ve 1990 ‘lı yıllar, futbolun en çok oynandığı dönemlerdi. Gençler orta harmanda oynar, daha küçükler de evlerinin yakınlarındaki harmanlarda oynardı. 1990’lı yılların bahar ve yaz aylarında, hemen hemen her gün, 3-4 harmanda top oynanırdı.
Eskilerden bahsetmeye devam edelim Cafer emmi . Köyümüzle ilgili bildiğin efsanevi olaylar var mı ?
Bildiğim bazı olaylar var; ama doğruluğunu yanlışlığını bilemem. Kilisetepesi denilen yerde eskiden bir kilise varmış, buradaki zangoçun Tuzlasar’da bir kardeşi varmış. O da ordaki kilisenin zangoçuymuş. Bu iki kardeş birbirleriyle çan çalarak haberleşirlermiş. Söylentiye göre kilise tepesindeki bu çan yarı yarıya altından yapılıymış. Fakat ne çanın nerde olduğunu bilen var ne de böyle bir çanı gören var. Bu çanın buradan göç edilirken bir kuyuya atıldığı söylenir; ama o civarda, benim bildiğim, kuyu ya da ona benzer bir şey yok. Eğer böyle bir şey olmuş olsaydı, eminim şimdiye kadar bu çan 40 kez bulunmuştu. Bunun haricinde Çörme’ye bir kömüşün düştüğü, kömüşün ölüsünün Hafik civarlarından boynuzunda bir küp altınla çıktığı, söylentisi vardır. Tabi bunlar efsaneden ibaret. Bu efsanelerden başka Al Karısı ve Zemheri Kızı efsaneleri vardır. Al Karısı’nın lohusa kadınların yanına gelip burnundan ciğerlerini çekip aldığı söylenir. Bu sebeple lohusa kadınlar yalnız başına bırakılmaz, lohusalığı geçene kadar, yanında aileden birisi bulunur. Zemheri kızı’yla ilgili olarakta “Gece en sevdiğiniz kişinin sesinde gelerek sizi uykuda sesler, uyanıp giderseniz sizi alır bilinmeyen bir yere götürür” denir. Ben götürdüğü birisine şahit olmadım. Dediğim gibi bunlar efsane veya masallardan ibaret. Köyümüzün bazı bölgelerinde de yatır olduğu söylenir. Tabiki bunlara efsane ya da masal diyemeyiz.
Nerelerde yatır olduğu söylenir ?
Mırçık’de, Çamlı’da, Kaftar’ın başında (Kaftar’ın başındakine Musa Türbesi denir) ve Işıklı’da yatır olduğu rivayet edilir. Hatta Kaftar’daki yatırla Işıklı Dere’deki yatırın arasında, akrabalık bağı bulunduğu, bu mezarlarda yatanların Allah dostu olduğu söylenir. Bunlar büyüklerimizden duyduğumuz çok eskilere ait bilgilerdir.
Cafer Emmi hazır eskilerden bahsediyorken sorayım Köyümüzün tarihiyle ilgili bildiklerin nelerdir ?
Bildiklerim başkalarından duyduklarımdan ibaret. Aslında köyün tarihini en iyi bilen rahmetli Mustafa Karataş’tı; fakat bilgilerini yazılı hale getiremediğimiz için, o bilgilerin büyük bir çoğunluğu, Mustafa Karataş’ın vefatıyla yok oldu diyebiliriz. Mustafa Karataş hem köyün tarihini hem de köyde yaşayan ailelerin köyün yerlisi olup olmadığını, köyün yerlisi değilse nereden geldiğini… Kısacası tarihsel anlamda ne varsa hepsini biliyordu. Mustafa Karataş’tan duyduğuma göre (oda dedesinden duymuş) Köyün iki kapısı varmış ve köy bir hisarla ortadan ikiye ayrılıyormuş. Hisarın büyüklüğü hakkında bildiğim bir şey yok; ama kapıların birisi Musalla’da diğerinin de Muharrem Şahin’in evi civarında olduğunu söylemişti. Hisarın yapılış amacı nedir ne işe yarıyor ? Onu da tam olarak bilemiyorum. Ayrıyetten Abdullah Doldur’dan (Abuş Dede) şu cümleyi duydum. “Benim aklımın yettiği ilk zamanlarda köyde 8 ev Ermeni 8 ev Türk yaşıyordu. Tabi burada evden kastımız tek hane ev değil, bir sülaleyi temsil eden kişilerin bütünüdür. Şu an köyümüzdeki bir sülalenin ortalama 50-60 arasında üyesi olduğunu var sayarsak, Abuş Dede’nin dediğinden şöyle bir anlam çıkıyor. 1800’lü yılların sonlarına doğru köyümüzde 400-500 civarı Türk ve aynı sayıda Ermeni yaşıyormuş.Tabi zamanla nüfusta değişmeler görülmüş, nüfus bazen artmış, bazen azalmıştır.
Nüfustaki değişmelerin nedeni nedir Cafer Emmi ?
Nüfus gerek Osmanlı savaşlarında olsun, gerekse cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki savaşlarda olsun azalma göstermiştir. Birçok köylümüz çeşitli cephelerde savaşlara katılmış, birçoğu şehit olup geri dönememiştir. 1900’lü yılların başında ülkenin dünya harbine katılması ve bu çevrede gelişen olaylarla, dönemin hükümeti ermenileri göçe tabi tutmuştur. Bu göç hareketine köyümüzdeki Ermeniler de dahil edilmiş ve köyümüzdeki ermenilerin bir kısmı Ermenistan, Avrupa, ABD gibi ülkelere göç etmiştir. Bu sebeplerden dolayıda köyümüzün nüfusu azalmıştır. Tabi bu anlattıklarım, gözümle görüp şahit olduğum olaylar değil, büyüklerimizden duyduklarımız.
Köyümüzün Çin’den başlayıp Avrupa’ya kadar uzanan ticaret yolu olarak bildiğimiz, İpek Yolu üzerinde olduğuna dair bilgiler var. Bu konu hakkında bildiklerin nelerdir ?
İpek yolu doğudan gelen bir yol. Büyüklerden duyduğuma göre, Hafik Koru köprüsünden ayrılarak, eski adı Horohon olan bizim köyümüzden: Tokat Yokuşu, Kötü Dereler, Düğer, Uzamış, Karabalçık, Asarcuk güzergahını takip edip Tokat’a geçen yol, ipek yolunun üzerinde yer alıyormuş. Hatırladığım, bildiğim şu olay var: 1980’li yıllarda ipek yolunu, bir baştan diğer başa geçmek isteyen bir grup maceracı gezgin, az önce saydığım güzergahları kullanarak ipek yolu üzerinde seyahat etmişlerdi. Ayrıca burada şunu da söylüyüm, Tokat yokuşu dediğimiz yer, ipek yolu üzerinden Tokat’a geçen yokuş olduğu için Tokat Yokuşu adını almıştır.
Köyün daha önceki isminin Körhan olduğu, zamanla bu adın değişerek Horohon şeklini aldığına dair söylemler var. Bunun hakkında herhangi bir bilgin var mı ?
Soruna cevap vermeden önce şunu söylüyüm: 1960’lı yıllara kadar köyümüzün adı Horohon’du. Bu yıllardan sonra Düzyayla adını aldı. Dediğin gibi bu şekilde rivayetler var. Bu konuyla ilgili başka rivayetlerde var. Horohon’un Ermenice bir isim olduğu da söyleniyor. Hatta Bizans Rumları’ndan kalan bir yerleşke olduğu da rivayet edilir. Hangisi doğrudur, bilemiyorum. Şu doğru desem, yalan söylemiş olurum. Fakat bugünkü camimizin yerine eskiden han denirmiş.Burada belli günlerde pazar kurulurdu. Belki daha önceleri, han denilen bu yerde bir han vardı. Belki de Körhan diye o hana diyorlardı. Düşünüldüğünde mantığa uygun geliyor.
Bugünkü camimizin olduğu yerde kurulan pazar, nasıl bir pazardı ?
Epey geniş katılımlı bir pazardı. genelde köylünün işine yarayacak şeyler satılırdı. Divriği’nden bile yapı malzemesi olarak kullanılan ağaçlar getirilir, bu pazarda satılırdı. Çevre köylerden olsun, uzak köylerden olsun pek çok kişi bu pazara mal getirir ticaret yapardı.
Yapı malzemesinin dışında hangi mallar satılırdı bu pazarda ?
Mazu, çit (saban), kazma-kürek sapı, tohaç, sele, saman sepeti, gibi hacatlar getirilir, bunun yanı sıra iğde, kiren (kızılcık), ceviz gibi meyveler getirilir, genelde buğday karşılığında,satılırdı. Çocukken bu pazarlarda, paçavra diye tabir ettiğimiz yırtık kilim, bez parçalarını verir, karşılığında keçi boynuzu vb. yiyecekleri alırdık.
Hayvan satışı da bu pazarda mı yapılıyordu ?
Hayvan satışı daha yukarıdaki Harman Tarla’larda yapılırdı. Bu Harman Tarla’lara sürek gelirdi. 50-100 civarı tosun veya öküz getirilirdi. Öküz ihtiyacı olanlar bu sürekçilerden öküz alırdı. Hatta bu sürekçiler bahar taksidi, güz taksidi gibi taksitlerle satış yaparlardı. O yıllarda öküz traktörle eşdeğerdi. Harman Tarlalar’daki bu sürekler günümüzün araba pazarı gibi düşünülebilir.
Kaç senesine kadar devam etti bu pazar ve sürek işi ?
1980’lere kadar devam etti diyebiliriz. Günümüzde de, çok küçük çaplı ve geniş zaman aralıklarıyla, bu pazar ve sürek işi devam etmektedir. Ama artık Pazar kurulmuyor. Nadiren arabacılar köye gelip Eski Muhtar Mustafa Şahin’in kapısının önünde ya da caminin önünde meyve, sebze satışı yapmaktadırlar. Sürek devri ise tamamen bitti. Artık hayvanlar kurbanlık olarak veya kasaplar tarafından kesim amacıyla alınıp satılıyor.
Az önce gençlik yıllarında, yani 1960’lı yıllarda ve daha öncesinde, öküzün traktörle eş değer olduğunu söyledin. Traktörden önce çiftçilik için öküz ya da at kullanılıyordu dedin. Köyümüz makineli tarıma hangi yıllarda geçti ?
Makineli tarıma geçiş yılından kastın, ilk traktörün alındığı yıl ise 1966 yılı diyebiliriz
İlk traktörü kim aldı peki ?
Köyde ilk traktörü bizim aile almıştı. 1966 senesinde aldığımız BMC markalı traktör köyümüzün ilk traktörüydü. BMC’den sonra Ömer Ecevit ve Osman Nuri Karataş ortak olarak 411 fiat markalı bir traktör almıştı. Daha sonra Ömer Osmangilin İbrahim Zeyrek, 450 fiat aldı. Ondan sonra da traktör tüm köyde yaygınlaştı. Şu an hemen hemen herkesin kapısında traktörü var ve çevre köylerin içerisinde en çok traktöre sahip köy bizim köyümüz .
Bize biraz BMC’den bahsebilir misin ? Nasıl alındı ? Kaç para verildi ? Almayı kim akıl etti vs ?
İstanbul’da, Çukurova şirketinde, çalışan abim Ömer Kınık aile büyüğümüzdü. Köydeki aile büyüğümüzdet rahmetli abim Recep Kınıktı. Bu aile büyüklerimiz, traktör almaya karar verip traktörü aldılar. Çukurova vasıtasıyla BMC İngiltere’den getirtilmiştir. BMC’ye 49 bin lira vermiştik. 12 sene koştuk BMC’yi. daha sonra onu satıp john Deere aldık.
BMC’yi sadece kendi işlerinizde mi kullanıyordunuz yoksa tüm köyün işlerinde mi ?
Hem kendi işlerimize hem de isteyen köylülerimizin işlerine, belli bir ücret karşılığında koşuyorduk. O yıllarda 300 dönüme yakın biz ekiyorduk; ama BMC yılda 750-1000 dönüm arası herk ediyordu. Yani kendi işimizin iki katı kadar, belli bir ücret karşılığı, başka işlerde yapıyorduk.
BMC tarımsal anlamda bir günde ne kadar iş yapıyordu ve bir günlük çalışma ücreti ne kadardı ?
Bir günde 35 dönüm herk eder, 60-70 dönüm ekin eker 12 saat içinde 60 yığın patoz döverdi. Biz gün olarak değil işine göre para alıyorduk. Örneğin 1.25 liraya bir dönüm herk eder, beş liraya bir saat patoz döver, bir dönüm ekini bir liraya ekerdik.
Mazot fiyatları ne kadardı o yıllarda ? Bu işten kar edebiliyor muydunuz ?
Kar ediyorduk tabiki. Mazot çok pahalı değildi o yıllarda bir varil mazot (200 lt), bir teneke motor yağı (18 lt) alıyor, daha sonra 3 kişi gidip lokantada adam akıllı yiyip içiyor, hepsine 60 lira veriyorduk. Fakat 1974 yılındaki Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra, tüm ülkede olduğu gibi, köyümüzde de kıtlık oldu. ABD ambargosunun etkisiyle, mazot ve yedek parça bulmak zor bir hale gelmişti. Sadece mazot değil yağ ve şeker de zor bulunan ürünlerdi.
12 Eylül Askeri Darbesi’nde buna benzer bir durum oldu mu ?
12 Eylül Askeri Darbesi’nde büyük şehirlerin aksine köyümüzde pek bir olay olmamıştır. Herkes günlük yaşantısına eski seyrinde devam etmiştir.
Toplumsal olaylardan söz açılmışken büyük şehirlere göçler hangi yıllarda başladı ?
1950’li 55’li yıllarda başlamıştı. O yıllarda büyük şehirlere, geçici işçi olarak gidiliyor, belli bir dönem çalışılıp, para biriktirilip, tekrardan köye dönülüyordu. Kalıcı göçler ise 1970’li yıllardan sonra başladı. Günümüzde de hala devam etmektedir.
Avrupaya İşçi olarak gidilen dönemlerde hemen hemen bu dönemlere denk geliyor değil mi ?
Öylede diyebiliriz. 1964-65’li yıllarda köyümüzden Avrupa’ya işçi olarak gidenler oldu.
İlk gidenler kimlerdi ?
Şevki Kavak, Süleyman Özcan, Şevki Şeker, Hüseyin Şeker ilk aklıma gelenler ve Avrupa’ya ilk gidenlerdi. Daha sonra Kerem Elmalı, Bahattin Uzun, Hocanın Nurettin (Ergin), Mehmet Şeker, Hüseyin Bayrak, İbrahim yamak var aklıma gelen. Bu saydığım kişiler Almanya ya işçi olarak gitmişti. Mustafa Delice ve İbrahim Özcan ise Fransa’ya işçi olarak gitmişti. Şu an hem Avrupa’da hem ABD’de hem de dünyanın birçok yerinde köylülerimiz yaşamaktadır.
Peki Cafer emmi Köyümüzden göçün en temel nedeni sana göre nedir?
Genelde aileler çocuklarına iyi bir eğitim, iyi bir gelecek sağlamak ve daha iyi yaşam şartları sunabilmek için büyük şehirlerde yaşamayı tercih ediyorlar. Bana göre bu saygı duyulacak bir düşünce. Hem artık devir çok değişti İstanbul’a önceden 10 günde giderlermiş. Şimdi İstanbul’da uçağa bindikten 2-3 saat sonra köydesin. Dileyen, isteyen gidip geliyor. “Göç eden gitti, artık gelmiyor” diye bir şey yok. Yazları köyümüz eski kalabalık günlerini hiç aratmıyor.
Söyleşimizde sona doğru yaklaşırken senin eklemek istediğin bir şeyler var mı Cafer Emmi ?
Benim eklemek istediğim şu var:
Kuzeyde : Büyük Yokuş’un eteği, Karanlık Dere’nin eteği, Güzel Oluk’a giden sivri burun, Küçük Çamlık Boyalık, Kösürelik’te son dere, Büyük Dere
Güneyde: Dere Tarla, Gevre Puru Büyük Heük, Uzun Geriş
Doğuda: Sarıgöl, Gözenekli, Peynir Kayası, At Seküsü, Aşıkların Keh, Verana, Kabak Tepe Kurmutlu pınarın altı, Yol
Batıda : Tokat Yokuşu Kehi, Göğtepe, Keçi Köprüsü, Taşlık, Mal Tepesi, Üzeyir Yolu, Batağın Altı, Sakar Çorak
Bölgeleri dahil olmak üzere, bu saydığım yerler köyümüzün sınırlarını oluşturur. Birçok yer tapularla bellidir; ama bu bilginin yazılı hale getirilip gelecek kuşaklara aktarılması, bence önemlidir.
Köyümüzün haritası ve köyümüzdeki yer adlarıyla ilgili bir araştırmamız da var Cafer Emmi. Kısmet olursa bu konuda da bilgilerine başvurmak isteriz.
Tabiki bildiklerim ölçüsünde, elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışırım. Yalnız kaynakları birkaç kişiyle sınırlı tutmayın. Konuyla ilgili bilgisi olabilecek herkesin bildiklerini öğrenmenizi tavsiye ederim.
Tavsiyen için teşekkür ederim Cafer Emmi. Belki bu söyleşimiz biz gençler için pek bir şey ifade etmeyebilir. Çünkü biz o zamanlarda yaşamadık ve o zamanlara dair hafızalarımızda hiçbir anı yok. Ama eminim o yılları yaşayan saygıdeğer büyüklerimiz için, bu söyleşi çok şey ifade edecek. Birçoğunun aklında eski anıları canlanacak, geçmişi yad edip o mutlulukları tekrardan yaşayacaklar. Eminim onlarda sana çok teşekkür ediyordur.
Amin
__________________________________________________________________________________
Not: Anlatılanlarda gerek konuşma sırasındaki yanlış anlaşılmalardan, gerekse yazıya aktarılırken yapılan hatalardan oluşan yanlışlıklar olabilir. Aynı şekilde kulaktan duyma bilgilerde de hata payları olabilir. Yanlışlıklar varsa eğer, bunun için özür dileriz. Düzeltilmesini istediğiniz bilgiyi ya da çıkarılmasını istediğiniz kısmı bildirmek için, iletişim kısmından bizimle iletişime geçebilirsiniz. Yazıda ismi geçen büyüklerimizin, elinizdeki fotoğraflarının yazıya eklenmesi için, duzyaylakoyu@gmail.com adresine mail atabilirsiniz. Site yönetimi ve Cafer Kınık’ın izni olmadan, yazının başka bir sitede yayınlanması ya da yazıdan alıntı yapılması durumunda, yasal haklarımızı kullanacağımızı belirtiriz. Vakit ayırıp okuduğunuz için teşekkür ederiz. Fotoğraflar için Cafer Doruk’a ayrıca teşekkür ederiz.
Yazıda geçen yöresel kelimeler ve anlamları
Bızalamak: Buzağılamak
Cemek: Çit sürerken, çit demirine yapışan toprakları temizlemekte kullanılan, deyneğin ucuna takılan, ucu kare şeklinde, küçük demir alet
Cingoros: Geniş ve derin pur çukuru
Çeten: Saman taşımak için öküz ya da at arabalarına konulan 6 metreküp büyüklüğünde el örmesi büyük sepet
Çit: Saban
Çit demiri: Saban demiri
Duğen: Buğdayı saptan ayırmak için, at ya da öküzle çekilen, tahtadan yapılmış tarım aleti
Hacat: Alet
Herk: Tarla sürme işi
Kerinti: Küçük ağaç dalları ve Karamuh dalları kesmeye yarayan, ucu kanca şeklindeki, küçük keskin demir alet.
Keşik: Bir işi yapmak için sıraya girme. Sıra ( Fırın keşiği, seten keşiği, …)
Kömüş: Manda
Loğ: Silindir şeklinde büyük, ağır taş
Mazu: Öküz arabalarında iki tekeri birbirine bağlayan ağaç
Mucur: Urupla’nın dörtte biri
Oda donağı: Köy odalarının rafları, dolapları, tavanı gibi ahşap kısmı ve bu odaların süsü. Ahşap dekor
Pernek: Köye gelip giden koyun sürüsü. (Yaylada duran koyun sürüsüne yayla davarı denirdi)
Puharik: Duman bacası
Pürçekli: Havuç
Rençberlik: Çiftçilik
Sergu: Kurutmak için bacalara yada harmanlara serilen buğdayın ve serildiği yerin adı
Soha: Aşağılık, ters, huysuz, hoşa gitmeyen şey
Sürek: Tarla sürmek amacıyla beslenen öküz, at, kömüş
Tohaç: Giyisi, kilim vb. şeyleri yıkarken kullanılan tahta tokmak
Urupla: Tahıl ölçeği (Buğday için yaklaşık 16 kg. arpa için yaklaşık 13 kg bir uruplaya denk gelir)
Yılhı atı: Anadolu’da yaşayan yabani at türü
Zangoç: Kilisede çan çalan görevli
Çok güzel olmuş emmioğlu eline sağlık Cafer emmininde ağzına sağlık
Raşit bey kardeşim,inan çok mükemmel bir söyleşi olmuş.Cafer amcaya da bu kadar teferruatlı bilgilerinden dolayı ayrıca teşekkür ediyorum. İnan benim bile o kadar köyde kalmama rağmen ilk defa duyduğum bilgiler var. Bunları ayrıcada cıktı alıp derneğin arşivine koymakta fayda olacağını düşünüyorum.Daha kalıcı olur.Böyle güzel faaliyetlere devam.Geçmişten gelegeğe ışıktır.Sevgi se saygılarla,başarılar dilerim….
Şaban Özmen
Sevgili kardesim Rasit böyle bir söylesiyle köyümüzün gecmisine isik tutmus oldugun icin sonsuz tesekkürler.
Ayrica Cafer emmi ye de vermis oldugu bilgiler icin sonsuz tesekkürler.
Kaleme almis oldugun söylesiyi ilk harfinden son noktasina kadar
neredeyse soluksuz okudum ve büyük mutluluk duydum.
Senden nacizhane ricam bu tür calismalara lütfen ama lütfen devam etmen.
Eger bu konuda yapabilecegim bir katki varsa herzaman icin elimden geleni yapmaya hazir oldugumu da bilmeni isterim.
Sevgi ve Saygilarimla
Yücel Seker